RESÛLULLAH TEBLİĞE DEVAM EDİYOR
Peygamberimizin Hz. Âişe İle Nişanlanması
Hz. Hatice Validemizin vefatı ile Resûl-i Kibriyâ Efendimizin âile hayatında bir boşluk meydana gelmişti. Hem Efendimiz, hem de Sahabîler bu durumun farkında idiler.
Bir gün, Osman bin Maz'un Hazretlerinin hanımı Havle Hâtun, Habib-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna geldi ve "Yâ Resûlallah! Yanına girince birden Hatice'nin yokluğunu hissettim" dedi.
Resûl-i Ekrem, bunun üzerine,
"Evet, o çoluk çocuklarımın anası, evimin de görüp gözeticisi idi" buyurarak âile hayatında Hz. Hatice-i Kübrâ'nın ebedî âleme irtihâli ile meydana gelen boşluğu ifade etmeye çalışmıştı. Bundan sonra aralarında şöyle bir konuşma cereyan etti:
"Yâ Resûlallah! Evlenmek ister misin?"
"Kiminle?"
"Ebû Bekir'in kızı Âişe veya Sevde bint-i Zem'a ile."
"Git, benim için ikisi hakkında da konuş!"
Bunun üzerine, Havle Hâtun doğruca Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Evde, Hz. Âişe'nin annesi Ümmü Rûman vardı,
"Ey Ümmü Rûman" dedi. "Allah'ın, hayır ve bereketten size neyi eriştirdiğini biliyor musunuz?"
Ümmü Rûman,
"Nedir?" diye sorunca da Havle,
"Resûlullah, Âişe'yi istemek için beni gönderdi" cevabını verdi.
Hz. Ebû Bekir o anda evde bulunmadığından Ümmü Rûman, Havle Hatun'a,
"Ebû Bekir'in gelmesini bekle" dedi.
Hz. Ebû Bekir gelince, Havle aynı şeyi ona da anlattı:
"Yâ Hz. Ebû Bekir" dedi. "Allah'ın, hayır ve bereketten size neyi eriştirdiğini biliyor musunuz?"
Hz. Ebû Bekir,
"Nedir o?" diye sordu.
Havle,
"Resûlullah, Âişe'yi istemek için beni gönderdi" cevabını verdi.
Hz. Ebû Bekir, bir müddet düşündükten sonra,
"Âişe kardeşinin kızı demek olduğuna göre, ona helâl olur mu?" diye konuştu. Havle, derhal dönüp, durumu kendilerine anlatınca, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:
"Ebû Bekir'in yanına dön! Tarafımdan ona benim sana kardeş oluşum, senin de bana kardeş oluşun [kan ve süt kardeşliği değil] İslâmda kardeşliktir. Senin kızın bu sebeple bana helâldir de!" buyurdu.
Havle, dönüp bunu bildirince Hz. Ebû Bekir'in tereddüdü ortadan kalktı ve kerimesi Hz. Âişe'yi Resûl-i Kibriyâ Efendimize Şevvâl ayında nişanlayıp nikâhladı. Ancak düğün, sonraya bırakıldı.302
Efendimizin Hz. Sevde ile Evlenmesi
Bundan sonra, Havle Hâtun, Sevde bint-i Zem'a'ya gitti.
Hz. Sevde, Sekrân bin Amr'ın zevcesi idi. İlk Müslüman kadınlardandı ve kocasıyla birlikte Habeşistan'a hicret etmişti. Daha sonra Mekke'ye dönmüşlerdi. Mekke'ye döndüklerinde Hz. Sevde bir gece rüyâsında ayın süzülüp üzerine iniverdiğini görmüştü. Bunu kocasına anlatınca da, şu karşılığı almıştı:
"Eğer rüyân doğru ise, ben yakında öleceğim. Benden sonra da sen Resûlullah ile evleneceksin."
Hakikaten de, kısa bir zaman sonra Sekrân, hastalanıp vefat etmişti.
Böylece, Hz. Sevde de dul kalmıştı.
Havle Hâtun kendisine,
"Resûlullah beni, sana dünürlük için gönderdi" deyince, Hz. Sevde son derece sevindi. Ancak bir tereddüdü vardı: Acaba Nebiyy-i Ekrem, yanında bulunan beş küçük çocuğuna da rıza gösterebilecek miydi?
Bu endişe ve tereddüt sebebiyle, Resûl-i Kibriyâ Efendimize hemen cevap vermedi. Resûlullah dini, îmânı uğruna yerini, yurdunu, akrabasını terk edip yabancı bir diyara göç edecek kadar fedakârlık ve kahramanlıkta bulunmuş bu mücahideyi şereflendirmek ve taltif etmek istiyordu. Buna binâen kendisinden bir cevabın gelmediğini görünce, bir gün bizzat kendisiyle görüştü.
"Seni, benimle evlenmekten alıkoyan nedir?" diye sordu.
Hz. Sevde,
"Vallahi, yâ Resûlallah, beni seninle evlenmekten alıkoyan hiç bir mühim sebep yoktur. Ancak, şu çocuklarım sabah akşam başında vızıldayacaklarını düşünüyorum da, onun için çekiniyorum" diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz,
"Allah sana rahmet etsin! Kadınların hayırlısı, küçük çocuklarından dolayı zorluklarla karşılaşandır" buyurarak bu endişe ve tereddüdüne mahal olmadığını belirtti.
Sonra da, "Seni nikâhlamak için, kavminden birini vazifelendir" dedi.
Hz. Sevde, kaynı Hâtip bin Amr'e salâhiyet verdi. O da Hz. Sevde'yi bi'setin 10. yılında Resûl-i Kibriyâ Efendimize nikâhladı. O sırada, Hz. Sevde 55 yaşlarında idi.303
Görüldüğü gibi, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, akrabalarından ayrılarak îmân safına intikal etmiş ve bir daha akrabalarının üzerinde bulunduğu şirk inancına dönmek istemeyen bu mücahide yaşlı hanımı sadece Allah'a ve Allah'ın dinine bağlılık ve sadakatından dolayı himâyesi altına alıyor ve onu mü'minlerin annesi olma şerefine ulaştırıyordu.
Resûl-İ Ekrem Efendimizin Tâif'e Gidişi
Müşrikler, Ebû Tâlib ve Hz. Hatice'nin vefatlarını fırsat bildiler. Âdeta bu zamanı bekliyorlarmış gibi, Peygamber Efendimize revâ gördükleri ezâ ve cefalarını birden kat kat arttırdılar. Öyle ki, Efendimiz onların zulüm, hakaret ve işkencelerinden dini neşretme vazifesini âdeta yapamaz hale gelmişti.
Müşriklerin bu insafsız ve merhametsiz tutumu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizi fazlasıyla müteessir ediyordu. Bu sebeple Tâif'e gitmeye karar verdi. Maksadı, Kureyş müşriklerine karşı Tâif'te oturan Sakif Kabilesinden kendisini korumalarını ve İslâm dâvâsını kabul etmelerini istemekti.
Tâif, Arabistan'ın mühim yerlerinden biriydi. Bağ ve bahçeleriyle şöhret bulmuştu. Ayrıca, Resûlullahın süt annesi Halime'nin mensup olduğu Beni Sa'd Kabilesi de buraya yakın oturuyordu. Dolayısıyla Efendimiz, bu belde sakinlerinin İslâma alâka duyup îmânla şereflenebilecekleri ümidini besliyordu. Bu ümidi tahakkuk ettiği takdirde, Kureyş müşriklerine karşı büyük bir güç de elde etmiş olacaktı.
Tarih, bi'setin 10. yılı, Şevvâl ayının 27'sini gösteriyordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Hz. Zeyd bin Hârise ile birlikte gizlice Mekke'den ayrılarak Tâif'e vardı. Orada Sakif Kabilesi ileri gelenleriyle görüşmeye başladı. Onları İslâm dinine dâvet etti. Kavminden muhalefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı koymalarını taleb etmek için geldiğini anlattı. Ancak, kaldığı on gün zarfında hiç bir müsbet netice elde edemedi. Üstelik hakaret ve istihza ile mukabele gördü. Türlü türlü ithamlara maruz kaldı.
Reislerinden biri,
"Allah, peygamber göndermek için senden başka kimse bulamadı mı?" diyecek kadar küstahlıkta ileri gidip mübârek kalblerini teessüre boğdu.
Bir başkası,
"Vallahi" dedi. "Ben hiç bir zaman seninle konuşmayacağım. Çünkü, sen şayet dediğin gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, senin sözünü reddetmekle kendimi büyük tehlikeye atmak istemem. Eğer, sen Allah'ın Peygamberiyim diye Allah adına hilâf-ı hakikat konuşuyorsan, o takdirde de ben seninle konuşmaya lüzum görmem."304
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu davranışları ve sözleri üzerine Sakîflilerden hayır gelmeyeceğini anladı ve bundan müteessir oldu. Müşriklerin bu durumu haber alıp cüretlerini arttırmalarından endişe duyduğu için de yanlarından ayrılacağı sırada onlara,
"Bâri konuştuklarımız aramızda kalsın! Başka kimse duymasın!" dedi. Ne var ki, şirk inancının kuvvetle yaşandığı ikinci bir belde olan Tâif sakinleri Resûl-i Zişânın bu arzusunu da kabul etmediler. Gençlerinin İslâmiyete alâka duymalarından korkarak, iki cihan güneşi Efendimize şöyle dediler:
"Memleketimizden çık da, nereye gidersen git! Kavmin ve hemşehrilerin söylediklerini kabul etmeyince, çıkıp bize geldin! Vallahi, biz de senden elimizden geldiğince uzak duracağız, isteklerini kabul etmeyeceğiz."305
Lât ve Uzza'ya tapmakta Mekkeli müşriklerle yarışıp duran Sakifliler bu çirkin sözlerle de yetinmediler. Beldelerinde misafir olarak bulunan cihan Peygamberine ayak takımını, sokak gençlerini ve kölelerini kışkırtarak saldırttılar.
Gözü dönmüş, kendini bilmez küstahlar, yolun iki tarafında sıralanarak Kâinatın Efendisi ve Hazret-i Zeyd'i taşa tuttular. Resûlullahın mübârek ayakları kana bulandı. Öyle ki, isâbet eden taşların açtığı yaraların acısı yürümeye engel olur hale geldi. Resûl-i Ekrem, zaman zaman oturmak zorunda kaldı. Ama bu vicdansızlar, her seferinde onu zorla ayağa kaldırarak, yeniden yaralı ayaklarını taş yağmuruna tutuyorlardı. Ayak takımı, Peygamber Efendimizi ızdırap içinde bırakırken, taşlarıyla beraber kahkahalar da savuruyorlardı.
Hz. Zeyd, hayatını hiçe sayarcasına vücudunu Resûl-i Kibriyâ'ya siper etmişti. Şirk ehlinin elinden çıkan taşların ona ulaşmasına mani olmaya çalışıyordu. Ama nafile idi. O da kan revân içinde kaldı.
Resûl-i Ekrem, bu âdice saldırıdan ancak kendini bir bağa atmakla kurtarabildi. Bağın sahipleri kendilerine uzaktan akraba sayılan Utbe ve Şeybe bin Rabia adında iki kardeşti.
Resûl-i Ekrem bitkin bir vaziyette kendisini bir asmanın altına attı. İnsanlığı utandıracak bu âdice saldırının tesirinden biraz olsun kurtulduktan sonra şu hazin münacaatta bulundu:
"Allah'ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakîr görüldüğümü ancak sana arzeder, sana şikâyet ederim.
Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allah! Herkesin hakir görüp de dalına bindiği, çaresizlerin Rabbi ancak Sensin. Benim Rabbim de ancak Sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar merhamet sahibisin.
Allah'ım! Yeter ki, Senin gazabına uğramayayım. Ne çekersem ona katlanırım. Fakat senin af ve mağfiretin bunları bana yaptırmayacak kadar geniştir.
Allah'ım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhi rızandan uzak durmaktan, Senin o zulmetleri aydınlatan ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhi nuruna sığınırım!
Allah'ım! Sen razı oluncaya kadar, affını dilerim!
Allah'ım! Her kuvvet, her kudret ancak seninle kâimdir!306
Köle Addas
Bağ sahipleri, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin maruz kaldığı şen'i ve menfur saldırıyı uzaktan seyretmişler ve acıma duyguları harekete geçmişti. Köleleri Addas'la Efendimize biraz üzüm göndererek ikrâmda bulundular.
Addas tabak içindeki üzümü alıp Peygamber Efendimize getirdi. Resûl-i Ekrem üzümü, "Bismillah" diyerek alıp yemeğe başlayınca Addas'ın dikkatini çekti. Kendi kendine,
"Vallahi" dedi. "Bu sözü, bu beldenin halkı bilmezler ve söylemezler."
Fahr-i Âlem Efendimiz,
"Ey Addas, sen hangi dindensin?" diye sordu.
Addas,
"Ninevalıyım ve Hıristiyanım" cevabını verdi.
"Demek, sen o salih kişi Yunus İbn-i Mettâ'nın hemşehrisisin?"
"Sen, Yunus İbn-i Mettâ'yı nereden biliyorsun?"
"O, benim kardeşimdir. O bir peygamberdi. Ben de peygamberim."
Bunun üzerine, Addas kendisini tutamadı ve Resûlullah Efendimizin başını, ellerini ve ayaklarını öptü.
Manzarayı uzaktan seyreden bağ sahiplerinden biri diğerine,
"Senin adamın," dedi, "gözünün önünde kölenin itikadını bozdu."
Addas, yanlarına dönünce de ikisi birden ona çıkıştılar.
"Yazıklar olsun sana, Addas! Sen bu adamın başını, ellerini ve ayaklarını nasıl öptün?"
Addas'ın efendilerine cevabı ise şu oldu:
"Yeryüzünde, bu zâttan daha hayırlı bir kimse yok! Bana bir şey bildirdi ki, onu ancak bir peygamber bilebilir."307
Peygamberimizin Şefkat ve Merhameti
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bağdan ayrılıp düşünceli düşünceli ve Sakif Kabilesiyle, Tâiflilerden maksadına muvafık bir netice alamamanın teessürü içinde yoluna devam etti. Mekke'ye iki konaklık bir mesafe kalmıştı ki, zâtını bir bulutun gölgelemekte olduğunu gördü. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Hz. Cebrâil'i fark etti.
Cebrâil (a.s.) seslendi:"Şüphesiz Allah, kavminin sana neler söylediğini işitti. Sana şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin."
O anda görünen dağlar meleği de emrine âmade olduğunu ve istediği takdirde Ebû Kubeys ile Kuaykıan dağlarını müşriklerin üzerine kapanırcasına birbirine kavuşturabileceğini söyledi.
Fakat, şefkat ve merhamet kaynağı Resûl-i Ekremin arzusu başka idi. Dağlar meleğine şu cevabı verdi:
"Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Hak Teâlâ'nın bu müşriklerin sülbünden, Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır."308
Evet, Peygamber Efendimizin maksat ve gayesi insanları bedduâlarla yok etmek, belâ ve musîbetlere uğratıp perişan etmek değildi. Aksine, insanların îmâna kavuşması, hidâyete ulaşması ve ebedî saadete ermesiydi. Her adımını bu gayenin tahakkuku için atıyor, her hareketini bu ulvî maksat için yapıyor, her teşebbüsünde bu eşsiz hedef bulunuyordu. Bu sebeple her dakikası bir nevi ibadetle geçiyor ve her anı nûrlu bir manzara olarak maziye akıp gidiyordu.
Cinler de Peygamberimizi Dinliyor
Peygamber Efendimiz, Mekke'ye varmadan Nahle adlı mevkide bir müddet istirahat etti. Namaza durduğu bir sırada Nusaybin cinlerinden bazıları oradan geçerken, Efendimizin okuduğu Kur'ân'ı duyunca, durarak dinlediler ve orada Müslüman oldular. Sonra da kavimlerine dönerek onları îmâna davet ettiler.309 Kur'ân-ı Kerim, bu hâdiseden bize şu şekilde haber verir:
"Hani, Kur'ân'ı dinlemeleri için cinlerden bir topluluğu sana göndermiştik. Huzuruna geldiklerinde, birbirlerine 'Susun' dediler. Kur'ân okunduktan sonra da, inkâr ve isyandan sakındırmak üzere kavimlerine döndüler. 'Ey kavmimiz,' dediler. "Biz Mûsâ'dan sonra indirilen, kendisinden önceki kitapları doğrulayan, hakka ve dosdoğru bir yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Sizi Allah'a çağıran peygambere uyun ve ona îmân edin ki, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve acı bir azaptan sizi korusun." 310
Mekke'ye Giriş:
Peygamber Efendimiz, Batn-ı Nahle'de bir müddet ikâmet ettikten sonra Mekke'ye yöneldi. Kureyş'in kendisini kolay kolay Mekke'ye sokmayacağını biliyordu. Bunun için o zamanın âdetine göre birinin himâyesi altına girmesi gerekiyordu.
Bu sebeple Hîrâ'ya varınca birini göndererek müşrik Mut'im bin Adiyy'in himâyesini istedi. Mut'im isteğini kabul etti ve oğullarını silahlandırarak, kendisi de beraberinde olduğu halde, Efendimizi Hira'dan alarak Mekke'ye getirdiler.311
Müşrikler, Mut'im'in bu hareketine çok kızdılar, ama ses çıkarmadılar.
Fahr-i Âlem Efendimiz, müşriklerin kin saçan bakışları arasında Kâbe'yi tavaf etti, Harem-i Şerif'te iki rekât namaz kıldı ve oradan evine gitti.
Başta Peygamberimiz ve bütün Müslümanlar, müşrik olan Mut'im bin Adiyy'in bu iyiliğini ömürleri boyu unutmadılar. Resûl-i Ekrem, onun bu iyiliğini müşriklere karşı kazandığı Bedir Zaferi sonrasında bile yâd etmiştir.
Mut'im'in oğlu Cübeyr, Bedir esirleri hakkında konuşmak için Medine'ye gelmişti. Peygamberimiz onu kabul etmiş, ricâsını dinledikten sonra şöyle demişti:
"Eğer, baban Mut'im hayatta olsaydı ve şu adamlar hakkında ricâda bulunsaydı, şüphesiz ben onları Mut'im'e bağışlardım."312
302. İbni Sa'd, Tabakât 8/58; Buharî, 2/329; Müsned, 6/211
303. İbni Sa'd, Tabakât 8/52-53; Müsned, 6/211
304. İbni Hişâm, Sîre: 2/61; İbni Sa'd, Tabakât: 1/211
305. İbni Hişâm, Sîre: 2:61; İbni Sa'd, Tabakât: 1/211; Taberî, Tarih: 2/26
306. İbni Hişâm, Sîre, 2/61-62; İbni Sa'd, Tabakât 1/212
307. İbni Hişâm, Sîre: 2/63
308. İbni Hişâm, Sîre: 2/60-63; Buharî, 4/83
309. İbni Hişâm, Sîre: 2/60-63; İbni Sa'd, Tabakât: 122
310. Ahkâf Sûresi, 29-31; Bkz: Cin: 1-15
311. İbni Sa'd, Tabakât: 1/212; Belâzuri, Ensâb: 1/237
312. Buharî, 4/83
Peygamberimizin Hz. Âişe İle Nişanlanması
Hz. Hatice Validemizin vefatı ile Resûl-i Kibriyâ Efendimizin âile hayatında bir boşluk meydana gelmişti. Hem Efendimiz, hem de Sahabîler bu durumun farkında idiler.
Bir gün, Osman bin Maz'un Hazretlerinin hanımı Havle Hâtun, Habib-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna geldi ve "Yâ Resûlallah! Yanına girince birden Hatice'nin yokluğunu hissettim" dedi.
Resûl-i Ekrem, bunun üzerine,
"Evet, o çoluk çocuklarımın anası, evimin de görüp gözeticisi idi" buyurarak âile hayatında Hz. Hatice-i Kübrâ'nın ebedî âleme irtihâli ile meydana gelen boşluğu ifade etmeye çalışmıştı. Bundan sonra aralarında şöyle bir konuşma cereyan etti:
"Yâ Resûlallah! Evlenmek ister misin?"
"Kiminle?"
"Ebû Bekir'in kızı Âişe veya Sevde bint-i Zem'a ile."
"Git, benim için ikisi hakkında da konuş!"
Bunun üzerine, Havle Hâtun doğruca Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Evde, Hz. Âişe'nin annesi Ümmü Rûman vardı,
"Ey Ümmü Rûman" dedi. "Allah'ın, hayır ve bereketten size neyi eriştirdiğini biliyor musunuz?"
Ümmü Rûman,
"Nedir?" diye sorunca da Havle,
"Resûlullah, Âişe'yi istemek için beni gönderdi" cevabını verdi.
Hz. Ebû Bekir o anda evde bulunmadığından Ümmü Rûman, Havle Hatun'a,
"Ebû Bekir'in gelmesini bekle" dedi.
Hz. Ebû Bekir gelince, Havle aynı şeyi ona da anlattı:
"Yâ Hz. Ebû Bekir" dedi. "Allah'ın, hayır ve bereketten size neyi eriştirdiğini biliyor musunuz?"
Hz. Ebû Bekir,
"Nedir o?" diye sordu.
Havle,
"Resûlullah, Âişe'yi istemek için beni gönderdi" cevabını verdi.
Hz. Ebû Bekir, bir müddet düşündükten sonra,
"Âişe kardeşinin kızı demek olduğuna göre, ona helâl olur mu?" diye konuştu. Havle, derhal dönüp, durumu kendilerine anlatınca, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu:
"Ebû Bekir'in yanına dön! Tarafımdan ona benim sana kardeş oluşum, senin de bana kardeş oluşun [kan ve süt kardeşliği değil] İslâmda kardeşliktir. Senin kızın bu sebeple bana helâldir de!" buyurdu.
Havle, dönüp bunu bildirince Hz. Ebû Bekir'in tereddüdü ortadan kalktı ve kerimesi Hz. Âişe'yi Resûl-i Kibriyâ Efendimize Şevvâl ayında nişanlayıp nikâhladı. Ancak düğün, sonraya bırakıldı.302
Efendimizin Hz. Sevde ile Evlenmesi
Bundan sonra, Havle Hâtun, Sevde bint-i Zem'a'ya gitti.
Hz. Sevde, Sekrân bin Amr'ın zevcesi idi. İlk Müslüman kadınlardandı ve kocasıyla birlikte Habeşistan'a hicret etmişti. Daha sonra Mekke'ye dönmüşlerdi. Mekke'ye döndüklerinde Hz. Sevde bir gece rüyâsında ayın süzülüp üzerine iniverdiğini görmüştü. Bunu kocasına anlatınca da, şu karşılığı almıştı:
"Eğer rüyân doğru ise, ben yakında öleceğim. Benden sonra da sen Resûlullah ile evleneceksin."
Hakikaten de, kısa bir zaman sonra Sekrân, hastalanıp vefat etmişti.
Böylece, Hz. Sevde de dul kalmıştı.
Havle Hâtun kendisine,
"Resûlullah beni, sana dünürlük için gönderdi" deyince, Hz. Sevde son derece sevindi. Ancak bir tereddüdü vardı: Acaba Nebiyy-i Ekrem, yanında bulunan beş küçük çocuğuna da rıza gösterebilecek miydi?
Bu endişe ve tereddüt sebebiyle, Resûl-i Kibriyâ Efendimize hemen cevap vermedi. Resûlullah dini, îmânı uğruna yerini, yurdunu, akrabasını terk edip yabancı bir diyara göç edecek kadar fedakârlık ve kahramanlıkta bulunmuş bu mücahideyi şereflendirmek ve taltif etmek istiyordu. Buna binâen kendisinden bir cevabın gelmediğini görünce, bir gün bizzat kendisiyle görüştü.
"Seni, benimle evlenmekten alıkoyan nedir?" diye sordu.
Hz. Sevde,
"Vallahi, yâ Resûlallah, beni seninle evlenmekten alıkoyan hiç bir mühim sebep yoktur. Ancak, şu çocuklarım sabah akşam başında vızıldayacaklarını düşünüyorum da, onun için çekiniyorum" diye cevap verdi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz,
"Allah sana rahmet etsin! Kadınların hayırlısı, küçük çocuklarından dolayı zorluklarla karşılaşandır" buyurarak bu endişe ve tereddüdüne mahal olmadığını belirtti.
Sonra da, "Seni nikâhlamak için, kavminden birini vazifelendir" dedi.
Hz. Sevde, kaynı Hâtip bin Amr'e salâhiyet verdi. O da Hz. Sevde'yi bi'setin 10. yılında Resûl-i Kibriyâ Efendimize nikâhladı. O sırada, Hz. Sevde 55 yaşlarında idi.303
Görüldüğü gibi, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, akrabalarından ayrılarak îmân safına intikal etmiş ve bir daha akrabalarının üzerinde bulunduğu şirk inancına dönmek istemeyen bu mücahide yaşlı hanımı sadece Allah'a ve Allah'ın dinine bağlılık ve sadakatından dolayı himâyesi altına alıyor ve onu mü'minlerin annesi olma şerefine ulaştırıyordu.
Resûl-İ Ekrem Efendimizin Tâif'e Gidişi
Müşrikler, Ebû Tâlib ve Hz. Hatice'nin vefatlarını fırsat bildiler. Âdeta bu zamanı bekliyorlarmış gibi, Peygamber Efendimize revâ gördükleri ezâ ve cefalarını birden kat kat arttırdılar. Öyle ki, Efendimiz onların zulüm, hakaret ve işkencelerinden dini neşretme vazifesini âdeta yapamaz hale gelmişti.
Müşriklerin bu insafsız ve merhametsiz tutumu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizi fazlasıyla müteessir ediyordu. Bu sebeple Tâif'e gitmeye karar verdi. Maksadı, Kureyş müşriklerine karşı Tâif'te oturan Sakif Kabilesinden kendisini korumalarını ve İslâm dâvâsını kabul etmelerini istemekti.
Tâif, Arabistan'ın mühim yerlerinden biriydi. Bağ ve bahçeleriyle şöhret bulmuştu. Ayrıca, Resûlullahın süt annesi Halime'nin mensup olduğu Beni Sa'd Kabilesi de buraya yakın oturuyordu. Dolayısıyla Efendimiz, bu belde sakinlerinin İslâma alâka duyup îmânla şereflenebilecekleri ümidini besliyordu. Bu ümidi tahakkuk ettiği takdirde, Kureyş müşriklerine karşı büyük bir güç de elde etmiş olacaktı.
Tarih, bi'setin 10. yılı, Şevvâl ayının 27'sini gösteriyordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Hz. Zeyd bin Hârise ile birlikte gizlice Mekke'den ayrılarak Tâif'e vardı. Orada Sakif Kabilesi ileri gelenleriyle görüşmeye başladı. Onları İslâm dinine dâvet etti. Kavminden muhalefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı koymalarını taleb etmek için geldiğini anlattı. Ancak, kaldığı on gün zarfında hiç bir müsbet netice elde edemedi. Üstelik hakaret ve istihza ile mukabele gördü. Türlü türlü ithamlara maruz kaldı.
Reislerinden biri,
"Allah, peygamber göndermek için senden başka kimse bulamadı mı?" diyecek kadar küstahlıkta ileri gidip mübârek kalblerini teessüre boğdu.
Bir başkası,
"Vallahi" dedi. "Ben hiç bir zaman seninle konuşmayacağım. Çünkü, sen şayet dediğin gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, senin sözünü reddetmekle kendimi büyük tehlikeye atmak istemem. Eğer, sen Allah'ın Peygamberiyim diye Allah adına hilâf-ı hakikat konuşuyorsan, o takdirde de ben seninle konuşmaya lüzum görmem."304
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu davranışları ve sözleri üzerine Sakîflilerden hayır gelmeyeceğini anladı ve bundan müteessir oldu. Müşriklerin bu durumu haber alıp cüretlerini arttırmalarından endişe duyduğu için de yanlarından ayrılacağı sırada onlara,
"Bâri konuştuklarımız aramızda kalsın! Başka kimse duymasın!" dedi. Ne var ki, şirk inancının kuvvetle yaşandığı ikinci bir belde olan Tâif sakinleri Resûl-i Zişânın bu arzusunu da kabul etmediler. Gençlerinin İslâmiyete alâka duymalarından korkarak, iki cihan güneşi Efendimize şöyle dediler:
"Memleketimizden çık da, nereye gidersen git! Kavmin ve hemşehrilerin söylediklerini kabul etmeyince, çıkıp bize geldin! Vallahi, biz de senden elimizden geldiğince uzak duracağız, isteklerini kabul etmeyeceğiz."305
Lât ve Uzza'ya tapmakta Mekkeli müşriklerle yarışıp duran Sakifliler bu çirkin sözlerle de yetinmediler. Beldelerinde misafir olarak bulunan cihan Peygamberine ayak takımını, sokak gençlerini ve kölelerini kışkırtarak saldırttılar.
Gözü dönmüş, kendini bilmez küstahlar, yolun iki tarafında sıralanarak Kâinatın Efendisi ve Hazret-i Zeyd'i taşa tuttular. Resûlullahın mübârek ayakları kana bulandı. Öyle ki, isâbet eden taşların açtığı yaraların acısı yürümeye engel olur hale geldi. Resûl-i Ekrem, zaman zaman oturmak zorunda kaldı. Ama bu vicdansızlar, her seferinde onu zorla ayağa kaldırarak, yeniden yaralı ayaklarını taş yağmuruna tutuyorlardı. Ayak takımı, Peygamber Efendimizi ızdırap içinde bırakırken, taşlarıyla beraber kahkahalar da savuruyorlardı.
Hz. Zeyd, hayatını hiçe sayarcasına vücudunu Resûl-i Kibriyâ'ya siper etmişti. Şirk ehlinin elinden çıkan taşların ona ulaşmasına mani olmaya çalışıyordu. Ama nafile idi. O da kan revân içinde kaldı.
Resûl-i Ekrem, bu âdice saldırıdan ancak kendini bir bağa atmakla kurtarabildi. Bağın sahipleri kendilerine uzaktan akraba sayılan Utbe ve Şeybe bin Rabia adında iki kardeşti.
Resûl-i Ekrem bitkin bir vaziyette kendisini bir asmanın altına attı. İnsanlığı utandıracak bu âdice saldırının tesirinden biraz olsun kurtulduktan sonra şu hazin münacaatta bulundu:
"Allah'ım! Kuvvetsiz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hakîr görüldüğümü ancak sana arzeder, sana şikâyet ederim.
Ey merhametlilerin merhametlisi olan Allah! Herkesin hakir görüp de dalına bindiği, çaresizlerin Rabbi ancak Sensin. Benim Rabbim de ancak Sensin. Sen, beni kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar merhamet sahibisin.
Allah'ım! Yeter ki, Senin gazabına uğramayayım. Ne çekersem ona katlanırım. Fakat senin af ve mağfiretin bunları bana yaptırmayacak kadar geniştir.
Allah'ım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhi rızandan uzak durmaktan, Senin o zulmetleri aydınlatan ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhi nuruna sığınırım!
Allah'ım! Sen razı oluncaya kadar, affını dilerim!
Allah'ım! Her kuvvet, her kudret ancak seninle kâimdir!306
Köle Addas
Bağ sahipleri, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin maruz kaldığı şen'i ve menfur saldırıyı uzaktan seyretmişler ve acıma duyguları harekete geçmişti. Köleleri Addas'la Efendimize biraz üzüm göndererek ikrâmda bulundular.
Addas tabak içindeki üzümü alıp Peygamber Efendimize getirdi. Resûl-i Ekrem üzümü, "Bismillah" diyerek alıp yemeğe başlayınca Addas'ın dikkatini çekti. Kendi kendine,
"Vallahi" dedi. "Bu sözü, bu beldenin halkı bilmezler ve söylemezler."
Fahr-i Âlem Efendimiz,
"Ey Addas, sen hangi dindensin?" diye sordu.
Addas,
"Ninevalıyım ve Hıristiyanım" cevabını verdi.
"Demek, sen o salih kişi Yunus İbn-i Mettâ'nın hemşehrisisin?"
"Sen, Yunus İbn-i Mettâ'yı nereden biliyorsun?"
"O, benim kardeşimdir. O bir peygamberdi. Ben de peygamberim."
Bunun üzerine, Addas kendisini tutamadı ve Resûlullah Efendimizin başını, ellerini ve ayaklarını öptü.
Manzarayı uzaktan seyreden bağ sahiplerinden biri diğerine,
"Senin adamın," dedi, "gözünün önünde kölenin itikadını bozdu."
Addas, yanlarına dönünce de ikisi birden ona çıkıştılar.
"Yazıklar olsun sana, Addas! Sen bu adamın başını, ellerini ve ayaklarını nasıl öptün?"
Addas'ın efendilerine cevabı ise şu oldu:
"Yeryüzünde, bu zâttan daha hayırlı bir kimse yok! Bana bir şey bildirdi ki, onu ancak bir peygamber bilebilir."307
Peygamberimizin Şefkat ve Merhameti
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bağdan ayrılıp düşünceli düşünceli ve Sakif Kabilesiyle, Tâiflilerden maksadına muvafık bir netice alamamanın teessürü içinde yoluna devam etti. Mekke'ye iki konaklık bir mesafe kalmıştı ki, zâtını bir bulutun gölgelemekte olduğunu gördü. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Hz. Cebrâil'i fark etti.
Cebrâil (a.s.) seslendi:"Şüphesiz Allah, kavminin sana neler söylediğini işitti. Sana şu dağlar meleğini gönderdi. Kavmin hakkında dilediğini yapmak üzere ona emredebilirsin."
O anda görünen dağlar meleği de emrine âmade olduğunu ve istediği takdirde Ebû Kubeys ile Kuaykıan dağlarını müşriklerin üzerine kapanırcasına birbirine kavuşturabileceğini söyledi.
Fakat, şefkat ve merhamet kaynağı Resûl-i Ekremin arzusu başka idi. Dağlar meleğine şu cevabı verdi:
"Hayır, ben böyle bir şey istemem. İstediğim tek şey, Hak Teâlâ'nın bu müşriklerin sülbünden, Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet edecek bir nesil ortaya çıkarmasıdır."308
Evet, Peygamber Efendimizin maksat ve gayesi insanları bedduâlarla yok etmek, belâ ve musîbetlere uğratıp perişan etmek değildi. Aksine, insanların îmâna kavuşması, hidâyete ulaşması ve ebedî saadete ermesiydi. Her adımını bu gayenin tahakkuku için atıyor, her hareketini bu ulvî maksat için yapıyor, her teşebbüsünde bu eşsiz hedef bulunuyordu. Bu sebeple her dakikası bir nevi ibadetle geçiyor ve her anı nûrlu bir manzara olarak maziye akıp gidiyordu.
Cinler de Peygamberimizi Dinliyor
Peygamber Efendimiz, Mekke'ye varmadan Nahle adlı mevkide bir müddet istirahat etti. Namaza durduğu bir sırada Nusaybin cinlerinden bazıları oradan geçerken, Efendimizin okuduğu Kur'ân'ı duyunca, durarak dinlediler ve orada Müslüman oldular. Sonra da kavimlerine dönerek onları îmâna davet ettiler.309 Kur'ân-ı Kerim, bu hâdiseden bize şu şekilde haber verir:
"Hani, Kur'ân'ı dinlemeleri için cinlerden bir topluluğu sana göndermiştik. Huzuruna geldiklerinde, birbirlerine 'Susun' dediler. Kur'ân okunduktan sonra da, inkâr ve isyandan sakındırmak üzere kavimlerine döndüler. 'Ey kavmimiz,' dediler. "Biz Mûsâ'dan sonra indirilen, kendisinden önceki kitapları doğrulayan, hakka ve dosdoğru bir yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Sizi Allah'a çağıran peygambere uyun ve ona îmân edin ki, Allah da sizin günahlarınızı bağışlasın ve acı bir azaptan sizi korusun." 310
Mekke'ye Giriş:
Peygamber Efendimiz, Batn-ı Nahle'de bir müddet ikâmet ettikten sonra Mekke'ye yöneldi. Kureyş'in kendisini kolay kolay Mekke'ye sokmayacağını biliyordu. Bunun için o zamanın âdetine göre birinin himâyesi altına girmesi gerekiyordu.
Bu sebeple Hîrâ'ya varınca birini göndererek müşrik Mut'im bin Adiyy'in himâyesini istedi. Mut'im isteğini kabul etti ve oğullarını silahlandırarak, kendisi de beraberinde olduğu halde, Efendimizi Hira'dan alarak Mekke'ye getirdiler.311
Müşrikler, Mut'im'in bu hareketine çok kızdılar, ama ses çıkarmadılar.
Fahr-i Âlem Efendimiz, müşriklerin kin saçan bakışları arasında Kâbe'yi tavaf etti, Harem-i Şerif'te iki rekât namaz kıldı ve oradan evine gitti.
Başta Peygamberimiz ve bütün Müslümanlar, müşrik olan Mut'im bin Adiyy'in bu iyiliğini ömürleri boyu unutmadılar. Resûl-i Ekrem, onun bu iyiliğini müşriklere karşı kazandığı Bedir Zaferi sonrasında bile yâd etmiştir.
Mut'im'in oğlu Cübeyr, Bedir esirleri hakkında konuşmak için Medine'ye gelmişti. Peygamberimiz onu kabul etmiş, ricâsını dinledikten sonra şöyle demişti:
"Eğer, baban Mut'im hayatta olsaydı ve şu adamlar hakkında ricâda bulunsaydı, şüphesiz ben onları Mut'im'e bağışlardım."312
302. İbni Sa'd, Tabakât 8/58; Buharî, 2/329; Müsned, 6/211
303. İbni Sa'd, Tabakât 8/52-53; Müsned, 6/211
304. İbni Hişâm, Sîre: 2/61; İbni Sa'd, Tabakât: 1/211
305. İbni Hişâm, Sîre: 2:61; İbni Sa'd, Tabakât: 1/211; Taberî, Tarih: 2/26
306. İbni Hişâm, Sîre, 2/61-62; İbni Sa'd, Tabakât 1/212
307. İbni Hişâm, Sîre: 2/63
308. İbni Hişâm, Sîre: 2/60-63; Buharî, 4/83
309. İbni Hişâm, Sîre: 2/60-63; İbni Sa'd, Tabakât: 122
310. Ahkâf Sûresi, 29-31; Bkz: Cin: 1-15
311. İbni Sa'd, Tabakât: 1/212; Belâzuri, Ensâb: 1/237
312. Buharî, 4/83