MÜNAFIKLARIN ORTAYA ÇIKMASI
Peygamber Efendimiz, Medine'ye teşrif ettiklerinde orada Müslüman Araplar, müşrik araplar, ehl-i kitap olan Yahudiler ve çok az sayıda da Hıristiyan vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimizin yerleşmesinden sonra, İslâmiyet Medine'de daha yaygın bir hale geldi. Medineliler gruplar halinde Müslüman oldular. Bu arada Peygamber Efendimiz, Müslümanları siyasî ve idarî bir teşkilâta kavuşturdu.
İşte bu sırada, yeni bir zümre daha ortaya çıktı. Kalben inanmadıkları halde Müslüman gözüken bu grup münâfiklardı.
Peygamberimizin Medine'ye teşriflerinden az önce aralarında senelerce süren dahilî çarpışma ve kavgalardan bitkin düşen Medine'nin yerli kabileleri Evs ve Hazreç, aralarında anlaşarak Abdullah bin Übey bin Selûl'ü kendilerine hükümdar yapmaya karar vermişlerdi. Hattâ, başına giydirecekleri, hükümdarlık tacını bile sipariş etmişlerdi.505
Fakat, Abdullah bin Übey'in hükümdar olma hayalleri Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine'ye teşrifleriyle suya düşmüştü. Zira, Evs ve Hazreçlilerin hemen hepsi Müslüman olmuşlardı ve îmânlarının icabı olarak Peygamber Efendimizin etrafında toplanmışlardı.
Bu durum reislik hayalleri suya düşen Abdullah bin Selûl'ün fazlasıyla ağrına gitti. Çevresinde fazla kimsenin de kalmadığını görünce, istemeye istemeye Müslüman olmuş gözüktü.506
Zahiren Müslüman olduğunu, bunda etrafının psikolojik baskısı bulunduğunu, bizzat kendisi de ifâde etmiştir. Müriysi Gazâsı esnasında Muhacirlerle Ensarı birbirine düşürmek için olanca gayreti sarfetmiş ve "Medine'ye dönersek, izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zâif olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır" diyecek kadar da ileri gitmişti. Bunun üzerine münâfıklar hakkında Münâfikûn Sûresi nazil olmuştu.
Sûrenin nazil olması üzerine Abdullah bin Übey'e, "Ey Ebû Hubab!* Senin hakkında pek şiddetli âyetler nâzil oldu. Resûlullaha (a.s.m.) git de, senin için Allah'tan af dilesin" denilince şu cevabı vermişti:"Benim îmân etmemi emrettiniz, îmân ettim. Malımın zekatını vermemi emrettiniz, verdim. Muhammed'e secde etmemden başka hiç bir şey kalmadı!"507
Abdullah bin Übey'in, reislik tasavvurunun suya düşmesinden ne kadar müteessir olduğunu ve bunu bir türlü hazmedemediğini şu hâdise de açıkça gösterir:
Birgün Peygamber Efendimiz, evinde hasta yatan Sa'd bin Ubâde Hazretlerini ziyârete gidiyordu. Yolda, Abdullah bin Übey'in evinin gölgesinde, Müslüman, müşrik Araplardan ve Yahudîlerden bir takım kimselerle oturmakta olduğunu görünce, selâm verip yanlarına oturdu. Onlara Kur'ân'dan bir parça okudu. İyi hareketinden dolayı Cennete kavuşulacağını müjdeledi. Kötü hareketinden dolayı da Cehenneme girileceğini anlatarak sakındırdı.
Peygamber Efendimiz, sözlerini bitirince Abdullah bin Übey şöyle dedi:
"Ey konuşan kişi! Eğer söylediklerinde doğru isen, onlardan daha güzel şey olmaz. Fakat, sen evinde otur! Onları, sana gelenlere anlat. Sana gelmeyenlerin, söylediklerinden hoşlanmayanların toplantılarına gelip de onları rahatsız etme!"
Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey'in bu sözlerinden dolayı son derece müteessir oldu. Kalkıp oradan ayrıldı. Yoluna devam ederek Sa'd bin Ubade Hazretlerinin evine gitti. Üzüntüsünün sebebini anlatınca, Sa'd bin Ubade Hazretleri şöyle dedi:
"Yâ Resûlallah! Sen İbni Übey'in kusurunu affet. Hem onu mâzur gör. Sana Kur'ân'ı indiren Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın iradesi sana Peygamberlik vermek suretiyle tecelli etti. Halbuki, şu beldenin halkı, İbni Übey'in başına taç giydirmeye, hükümdarlık sarığı sarmaya ve onu kendilerine hükümdar yapmaya hazırlanmıştı. Yüce Allah, size ihsan buyurduğu peygamberlikle, onların bu tasavvurunu gerçekleşemez hale getirince, İbni Übey, bundan son derece müteessir olmuş; o, gördüğün çirkin hareketi, bunun için yapmıştır!"508
Münafıkların reisliğini Abdullah bin Übey bin Selûl yapıyordu. Etrafında bir çok avanesi vardı. Bunun yanında; akrabalık ve müttefiklik gibi sebeplerden dolayı körü körüne bunlara uyan sıradan bir çok kimse de vardı.
Sayıları hakkında elbette kesin bir rakam söylemek mümkün değildir. Ancak Uhud Harbi sırasında, Abdullah bin Übey'e uyarak ayrılanların sayısı, üç yüz kadardı. Yâni bin kişilik İslâm ordusunun üçte biri kadar... Bu, elbette küçümsenecek bir rakam değildi ve Medine siyasî hayatında ağırlıkları bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir Harbinden muzaffer olarak Medine'ye dönünce, İslâm dini fazlasıyla kuvvet buldu. Düşmanların gözü ise yıldı. Bunun üzerine Medine'deki Yahudîler, 1.Müslim, 5:183; Müsned, 5203.
"Tevrât'ta sıfatlarını bulduğumuz zât budur! Artık bundan sonra, ona karşı durulmaz! Hep o galip gelir!" diyerek bir kısmı îmân etti. Bazıları ise zahiren Müslüman oldu. Böylece Yahudîlerden de münâfıklar türedi. Yahudî münâfıklarının çoğu, Yahudî âlimlerindendi. Şeytanî bir zekâya sahiptiler. Diğerlerine nisbetle de daha dessas ve hilekâr idiler. Bunlar, İslâmı küçük düşürmek, Müslümanların morallerini bozmak, müşriklerin ihtidâ etmelerine mâni olmak için gayret gösteriyorlardı. Peygamber Efendimizi meşgul etmek, akıllarınca müşkül duruma düşürmek, sıkıntıya sokmak maksadıyla bir çok karışık ve dolaşık sorular sorarlardı.509
Bedevî diye adlandırılan çöl Arapları arasında da münâfıkların bulunduğunu Kur'ân-ı Kerim'den öğreniyoruz: "Medine çevresindeki bedevîler arasında münâfıklar da vardır. Medine halkından da münâfıklıkta inat edenler vardır ki, onları sen bilmezsin, ancak Biz biliriz..."510
Bütün bu münâfıkların içtimaî seviyeleri, yaşayışları farklı, hattâ ayrı ırktan olmalarına rağmen, aynı vasıfları taşıyorlardı: Birinci vasıfları: "Kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylemekti."511 Yâni, içten inanmadıkları halde inanmış gibi görünmeleri idi. Böyle görünerek Müslümanlar arasına sokuluyorlar, onlarla düşüp kalkıyorlar, suret-i haktan görünerek, onları şüpheye düşürecek şeyler soruyorlardı. Böylece Müslümanların birbirlerine karşı olan itimatlarını sarsmak, aralarını açmak, onları birbirine düşürmek suretiyle zaafa uğratmak gayesini güdüyorlardı.
Bütün maksat ve gayeleri; Müslümanları fesad ve tefrikaya götürecek fikirler atmak, Peygamber Efendimizi yalan dolan ve binbir türlü iftiralarla Müslümanlar nazarında küçük düşürmekti! Bu menhus emellerinin gerçekleşmesi için her türlü yola başvuruyor, herşeyi mübah sayıyorlardı. Bu uğurda tevessül etmeyecekleri adilik ve sahtekârlık yoktu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin bunlara karşı takındığı tavır ve takip ettiği siyaset ise, oldukça düşündürücü ve ibretlidir. İslâm kalesini içten sarsmak sinsî gayesine matuf faaliyetleri Peygamber Efendimize bir çok defalar intikal etmiştir. Peygamber Efendimiz derhal harekete geçip bu tür faaliyetlerde bulunanları huzuruna celbederek sorguya çekiyordu. Fakat onlar, her defasında hiç bir zararlı faaliyette bulunmadıklarını, suçsuz olduklarını söylüyorlardı. Arkasından da kelime-i şehadet getirerek mü'min ve Müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Nitekim, Abdullah bin Übey'in, "Medine'ye varırsak, en şerefli ve kuvvetli olan en zelil ve güçsüz olanı oradan sürüp çıkaracaktır" sözünü Hz. Zeyd bin Erkam Peygamber Efendimize nakledince, Efendimiz İbn-i Übey'i huzuruna çağırmış ve "Bana haber verilen sözleri sen mi söyledin?" diye sormuştu.
Abdullah bin Übey'in cevabı aynen şu olmuştu:
"Hayır! Sana kitabı indirmiş olan Allah'a yemin ederim ki ben, o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd muhakkak yalancıdır!"
Kur'ân-ı Kerim, münâfıkların bu tarz davranışlarına şu âyetiyle işaret eder:
"Münâfıklar sana geldiklerinde 'Şehâdet ederiz ki şüphesiz sen Allah'ın Resûlüsün' dediler. Allah bilir ki sen elbette Onun Resûlüsün. Münâfıkların yalancı olduklarına da Allah şâhittir."512
Onlar, suçlarını inkâr ederken, inen vahiy, bu suçları işlediklerini ve yalan söyleyerek bu suçlarını inkâr etme yoluna gittiklerini Peygamber Efendimize bildiriyordu. Buna rağmen Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara karşı sabır, müsamaha ve afla mukabele ediyordu.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey'le birlikte oturan bir kısım kimselere Kur'ân-ı Kerim'den bir parça okuyup, onlara nasihat edince, Abdullah bin Übey buna dayanamamış ve, "Sen bunları, git, sana gelenlere anlat. Bizi rahatsız etme" demişti.
Peygamber Efendimiz bu sözlerden fazlasıyla rahatsız olmuştu. Bu durumu ziyaretine gittiği Sa'd bin Ubade Hazretlerine anlatmış, Hz. Sa'd: "Yâ Resûlallah, sen onun kusurunu affet" deyince, Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) affetmişti.513
Münâfıklar zümresinin belli başlı vasıflarından biri de "Îmân edenlere rastladıklarında 'İnandık' derler. Şeytanlaşmış reisleri ve arkadaşlarıyla başbaşa kalınca da, 'Aslında biz sizinle beraberiz; onlarla sadece alay ediyoruz' derler."514 Yaptıkları bu iki yüzlülük ve ahlâksız davranışlarıyla iftihar ederlerdi.
Bu vasıflarını apaçık gösteren bir misali, bizzat reisleri olan Abdullah bin Übey göstermiştir. Bir gün avânesiyle sokağa çıkmışlardı. Ashab-ı Kiramdan bir kaç kişinin karşıdan gelmekte olduğunu görünce İbni Übey, "Bakınız ben bu gelenleri başınızdan nasıl savacağım" der. Yaklaştıkları zaman da, Hz. Ebû Bekir'in elini tutar: "Merhaba Benî Temim Efendisi, Resûlullahın mağarada arkadaşı olan, nefs ve malını Resûlullah uğrunda seve seve sarfetmiş bulunan Sıddık!" der.
Sonra Hz. Ömer'in elini tutar, "Merhaba Benî Adiyy Efendisi! Dininde kuvvetli, nefs ve malını Resûlullah uğrunda esirgememiş bulunan Hz. Faruk!" der.
Sonra Hz. Ali'nin elini tutar: "Merhaba Resûlullahın amcazâdesi, damadı, Resûlullahtan başka bütün Benî Haşim'in Efendisi" der.
Hz. Ali bu riyakârlığa dayanamayıp, "Abdullah! Allah'tan kork, münâfıklık etme! Çünkü, münâfıklar Allah'ın en şerir mahlûklarıdır" der.
Bunun üzerine İbni Übey, "Ey Ebû'l-Hasan, benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Vallahi, bizim îmânımız sizin îmânınız gibi ve bizim tasdikimiz sizin tasdikiniz gibidir" deyip ayrılır.
Sonra Abdullah bin Übey arkadâşlarına dönerek, "Gördünüz mü nasıl yaparım? İşte siz de bunları görünce benim gibi yapınız" der.515
Bir rivâyete göre, Bakara Sûresinin 14. âyeti bu hadise üzerine nazil olmuştur.516
Münâfıklar, Müslümanların ibâdetlerine ve dinî hayatlarına ait bütün hususlara zahiren iştirak ederlerdi. Fakat, el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı. Dikkati çeken bir husustur ki, bu zümre küfrün icabı olan şeyleri göstermemeye gayret ederler ve zahirde Müslüman göründüklerinden İslâm cemaâtından tard olunmazlardı. Bu sebeple kâfir ve müşriklerden ziyade, bu dahili düşmanlara karşı İslâmın tesanüd ve umumî emniyetini muhafaza çok daha mühimdi. Çünkü, dahili düşmanın zararı daha şiddetli olur. Zira içteki düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Hariçteki düşman ise, aksine tesanüd ve salabeti artırır. Bu sebeple Kur'ân-ı Azimüşşan, münâfıklar üzerinde çokça durmuştur. Mü'min ve Müslümanların onlara karşı daima uyanık bulunmaları ve onların oyunlarına gelmemeleri hususunda bir çok ikazlar yapılmıştır.
Cenâb-ı Hakkın bildirmesiyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz onları tanıyordu ve bazı Sahabîlere de bildiriyordu. Fakat, umuma açıklamıyordu. Kabahatlarını da açıktan açığa yüzlerine vurmuyordu.
İslâmın ve Müslümanların menfaatına bu daha uygundu. Ayrıca Peygamberimizin bu tarz davranmasında göz önünde tuttuğu mühim bir husus daha vardı. O da; onların işledikleri kötülüklerden, fesad ve nifak hareketlerinden tedricen vazgeçmeleri ihtimali idi. Çünkü, bazen kötülük açığa vurulmazsa, zamanla ortadan kalkması ihtimâli vardır. Fakat, teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder. Fenalığı daha da fazla yapmasına sebep olur.517
Bütün bu sebeplerden, Peygamber Efendimiz, Kur'ân'ın bu hususta ortaya koyduğu, münâfıkların vasıflarından bahsedip, şahıslarını tayin etmeme tarzını tatbik ediyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin münâfıkları açığa vurmayıp, onlara dünyada Müslümanlar gibi muâmelede bulunup, İslâm cemaâtı haricinde tutulmasında şu hususları göz önünde bulundurmuş olduğu söylenebilir:
1) İslâm muhitinde ve İslâmî hükümler altında büyüyecek olan evlâtlarından, ciddî mü'minlerin yetişmesine imkân bırakmak.
2) Onların, kalben inanmadıkları İlâhi hükümleri zahiren yaşamak suretiyle duydukları mânevi sıkıntı ile başbaşa bırakmak ve bundan pişman olup halis mü'minler safına geçmelerini temin edebilmek.518
Münâfıklar, Peygamber Efendimizin yüce şahsiyetini mü'min ve Müslümanlar nazarında küçük düşürmek için olmadık yollara başvurmuşlar, karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme cihetine gitmişlerdir. Bu hususta bir çok hadise cereyan etmiştir.
Mirba' bin Kayziyy'in küstahlığı buna bir misâl gösterilebilir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Uhud'a ordusuyla giderken bu azılı münâfık onu bostanından geçirmek istememiş ve "Yâ Muhammed! Şayet, sen bir Peygambersen, bostanımı çiğneyip geçmek sana helâl olmaz" demiş ve sonra da yerden bir avuç toprak alarak ilâve etmişti: "Vallahi, bu toprağın, başkalarını rahatsız etmeyeceğini bilseydim, onu sana atardım!"
Azılı münâfıkın bu küstâhça hareketine sabredemeyen birkaç Müslüman onu öldürmek istedilerse de, Peygamber Efendimiz, "Bırakınız onu! O, bir kördür. Kalbi kör, kalb gözü kördür."
Peygamber Efendimizin bu müdahelesinden önce, bu azılı münafık, Said bin Zeyd'den de bir darbe yer. Münâfıkların bu çeşit faaliyetlerine verilebilecek bir misal de Tebük Harbi esnasında cereyan eder.
Bir konaklama anında Peygamber Efendimizin devesi kaybolur. Bütün aramalara rağmen bulunmaz. Münâfıklar derhal harekete geçerek, "Eğer, Muhammed gerçekten bir Peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bilirdi" derler.
Bu sözlerini duyan Efendimiz, "Evet, vallahi, ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi devenin nerede olduğunu bana gösterdi. Deve filanca vadide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir. Gidip arayın!" buyurur.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin dediği vadide ve târif ettiği şekilde deve bulunur.519
Peygamberimiz zamanındaki münâfıklar zümresinin göze çarpan belli başlı diğer muzır faaliyetlerinden biri de, en kritik anlarda, Müslümanları terk etmeleridir. Böylece onları sayıca zaif ve güçsüz durumda bırakmak, morallerine de menfi yönde tesir etmek emelini güdüyorlardı. Bunun apaçık bir örneği, Uhud Harbi esnasında İslâm ordusunu terk etmeleridir. Baş münâfık Abdullah bin Übey'in reisliğinde İslâm ordusunu terk eden bu münâfıklar üç yüz kadar idiler. Yani İslâm ordusunun üçte biri. Münâfıklar bu hareketleriyle, düşmana karşı Müslümanların sayılarını azalttıkları gibi, mücahidlerin moralleri üzerinde de tesir etmişlerdir. Bu hareketleri üzerine Müslümanlardan bazılarında harbe karşı bir gevşeme hasıl olmuştu. Hattâ, geri dönmeye bile niyetlenmişlerdi. Ancak, Resûl-i Ekrem Efendimizin dirayeti ve Cenâb-ı Hakkın da inayetinin eseri olarak bu kararlarından sonradan vazgeçmişlerdi.520
Aynı şekilde, Hendek Harbinin en kritik anında bu münafıklar, "Bize izin ver, evlerimize gidelim. Çünkü, evlerimiz müdafaasızdır" diyerek Peygamberimize müracaât etmişlerdi.
O sırada Sa'd bin Muaz Hazretleri Peygamber Efendimizin huzuruna gelerek, "Yâ Resûlallah! Bunlara izin verme! Vallahi biz ne zaman bir musibete uğrasak, sıkışık bir durumla karşı karşıya kalsak onlar, hep böyle yaparlar?" diye konuşmuştu.
Bu ifâdelerden de anlaşılacağı gibi, münafıklar en kritik anlarda Resûlullahı ve Müslümanları zor durumda bırakmak için İslâm ordusunu terk etme yoluna gitmişlerdir.
Tebük Seferinde de aynı şeyi yapmışlardır. Sefer için hazırlıklar yapıldığı sırada, onlardan bir cemaât, "Bu sıcakta sakın cihada çıkmayın" diye konuşarak Müslümanların morallerini bozmaya çalıştıkları gibi Peygamber Efendimize de müracaat ederek sefere katılmamak için izin istediler. Seksen kadarına izin verildi. Kur'ân-ı Kerim onların bu durumlarından şöyle bahseder:
"Resûlullaha karşı gelerek seferden geri kalanlar, evlerinde oturdukları için sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek ise onların hoşlarına gitmedi de, 'Bu sıcakta cihâda çıkmayın' dediler. Sen, 'Cehennem ateşi daha sıcaktır' de. Keşke anlayabilselerdi!"
Bırak biraz gülsünler; sonra çok ağlayacaklar. Bu onların kendi kazandıklarının cezâsıdır."521
Yine aynı seferde Abdullah bin Übey, münafıklar ve Yahudî müttefikleriyle birlikte İslâm ordusuna katılıp Seniyyetü'l-Veda Tepesine kadar gelip orada karargâh kurduğu halde, sonradan İslâm ordusuyla gitmekten vazgeçti ve beraberindekilerle Medine'ye döndü. Kendisine tâbi olan münâfıklar ve Yahudi müttefikleriyle döndüğü yetmiyormuş gibi, mücahidlerin de cihad aşkını aklınca gevşetmek için şöyle konuşuyordu: "Muhammed güç durumda, şiddetli sıcaklarda ve çok uzak diyarlarda Beni Asfarlarla (Bizanslılar) savaşacak! Herhalde o, Benî Asfarlarla çarpışmayı oyuncak sanıyor!
"Vallahi, onun Ashabını, bir sabah, ikişer ikişer iplere bağlanmış olarak görür gibiyim sanki!"
Bütün bu yıkıcı, Müslümanları birbirine düşürücü, onların arasına fesat tohumu atıcı, Müslümanları ve Resûl-i Ekremi küçümseyici muzır davranışlara rağmen Peygamber Efendimiz bunlara, müşrik ve Yahudilere karşı takındığı tavırdan farklı bir muamele, bir siyaset takip etmiştir. Çoğu zaman Abdullah bin Übey'i toplantılara çağırmış ve onunla istişâre etmiştir.
Onlara karşı muâmelesi hemen hemen her zaman af ve müsamaha çerçevesinde olmuştur. Ancak bu af ve müsamahalı davranışa rağmen, ihtiyatı da hiç bir zaman elden bırakmamıştır. Onlara hissettirmeyecek şekilde, hareket ve davranışlarını daima kontrol ve teftiş etme cihetine gitmiştir.
Benî Müstalık Gazasında, reisleri Abdullah bin Übey, Resûlullah ve Müslümanları kastederek hakaretvâri konuşunca, bu duruma dayanamayan Hz. Ömer, "Yâ Resûlallah! Müsaade buyur da İbni Übey'in boynunu vurayım" dediği zaman, Resûlullahın cevabı şu olmuştu:
"Hayır! Olmaz yâ Ömer! İşin iç yüzünü bilmeyen halk, 'Muhammed Ashabını öldürüyor' diye konuşmaya başladıkları zaman hal nice olur?"
Bir başka rivâyette ise, Resûlullahın şu cevabı verdiği kaydedilir:
"Öldürülmesini emredecek olursam onu öldürürler. Fakat, çok geçmeden de Yesrip (Medine) onun yüzünden pek çok sarsıntılara uğrar!"
Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz küçümsenmeyecek bir sayıda olan münâfıkların Müslümanlar arasında dahilî bir çarpışmaya meydan verebilecekleri ihtimalini her zaman göz önünde bulunduruyordu. Bunun için de, yaptıklarına sabır ve tahammül gösteriyordu.
Yine Benî Müstalık seferi esnasında İbn-i Übey'in oğlu samimi Müslüman Hz. Abdullah Resûlullahın huzuruna gelip, "Yâ Resûlallah, babamı öldüreceğini haber aldım. Eğer bu işi gerçekten yapacaksan, bırak onu ben öldüreyim" diye teklifte bulunduğu zaman da Peygamber Efendimizin (a.s.m.) cevabı şu olmuştu:
"Hayır, ona karşı yumuşak davranınız. Aramızda olduğu müddetçe de ona iyi arkadaşlık ederiz."
Gerçekten de Resûl-i Ekrem Efendimiz, ölümüne kadar bu adama son derece müsamahalı ve kadirşinas davranmıştır. Hattâ ölümü ânında bile, ona iyilik etmekten geri durmamıştır. Gömleğini kefen olarak sarılmak üzere vermiştir. Başta Hz. Ömer olmak üzere bir kısım Sahabîlerin itirazlarına rağmen cenaze namazını da bizzat kıldırmıştır. Ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hem Abdullah bin Übey'e hem de sair münafıklara karşı takip ettiği bu af, müsamaha ve iyilik yapma siyasetinin neticesini de almıştır. Peygamber Efendimizin İbni Ubey'in cenaze namazını kıldırdığını gören bine yakın münâfık, hulûs-u kalble gerçek Müslümanlar safına geçmiştir.
Peygamber Efendimiz, münâfıklar zümresini cemiyet içinde serbest bırakmakla beraber, her zaman psikolojik bir baskı altında tutmayı da asla ihmâl etmemiştir. Teşebbüs etmek istedikleri komplolar vahiy ile bildirilince, yapmak istediklerini hemen kendilerine haber veriyor, böylece her davranışlarının kontrol altında tutulduğu korkusunu veriyordu.
Bir seferinde, onlardan bir grubun aralarında toplanıp gizlice konuştuklarını gören Efendimiz, hemen yanlarına varıp, "Siz, şu şu maksatla bir araya geldiniz. Şunları söylediniz. Kalkın Allah'tan af dileyin. Ben de sizin için af diliyorum" demişti.
Bu sebeple onlar, hilelerini Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlüne bildirecek diye her zaman bir korku içinde bulunuyorlardı. Ordu içinde çıkan en ufak bir gürültüyü bile bu sebeple aleyhlerinde zannedecek kadar endişe ve korkulu yaşıyorlardı. Kur'ân-ı Kerim onların bu durumlarını da bize haber verir:
"Onları gördüğünde cüsseleri hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilmiş kütükler gibidir. Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar."522
Peygamber Efendimizin bu zümreye gösterdiği bir başka tavır da, onların nerede olursa olsun Müslümanlardan ayrı olarak bir araya gelmelerine mâni olmaktı. Bu da, onların müşterek bazı fikirleri geliştirmelerine imkân vermemek gayesine mâtuftu.
Mescid-i Dırar'ın yıktırılması, buna güzel bir örnektir. Onlar, bu mescidi aslında içinde ibadet etmek için değil, İslâm cemaatının aleyhinde bazı fikirlerin geliştirilmesi, bazı planların serbestçe kurulması için inşâ etmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu gayelerini bildiği için, derhal yıktırılmasını emretmişti. Emir, ânında yerine getirilmişti.
Hülâsa olarak denebilir ki: Peygamber Efendimiz, münâfıklar zümresine karşı takip ettiği müsamaha ve ihtiyat esasına dayanan siyasetinin meyvelerini aldı. Bu tarz davranışı sayesinde, onların İslâm cemaâtından koparak, müşriklerin safına iltihaklarına mani oldu. Müslümanların birliğini korudu. Onların da teşkilâtlanarak, Müslümanlara karşı başkaldırmalarını önledi.
505. Müslim, 5/182-183
506. Tabakât, 3/540
* Hubab Abdullah bin Übey'in samimî Müslüman olan oğlunun ismi idi. Peygamber Efendimiz: "Sen Abdullah'sın. Hubab şeytanın ismidir" diyerek onun ismini Abdullah diye değiştirmişti.
507. Tefsir-i Taberî, 28/116
508. Müslim, 5/183; Müsned, 5/203
509. Sîre, 3/174-175; Tabakât, 1/174; Müslim, 8/128-129; Müsned, 4/239-240
510. Tevbe Sûresi, 101
511. Âl-i İmrân Sûresi, 167; Bakara Sûresi, 8-9
512. Münâfikûn Sûresi, 1
513. Müsned, 5/203
514. Bakara Sûresi, 14
515. Hamdi Yazır, Tefsir, 1/237-238
516. A.g.e., 1/238
517. Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü'l-İcâz, s.35
518. Hamdi Yazır, Tefsir, 1/241
519. İstiâb, 1/288
520. Tefsir-i Taberî, 4/73
521. Tevbe Sûresi , 81-82
522. Münâfıkûn Sûresi, 4
Peygamber Efendimiz, Medine'ye teşrif ettiklerinde orada Müslüman Araplar, müşrik araplar, ehl-i kitap olan Yahudiler ve çok az sayıda da Hıristiyan vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimizin yerleşmesinden sonra, İslâmiyet Medine'de daha yaygın bir hale geldi. Medineliler gruplar halinde Müslüman oldular. Bu arada Peygamber Efendimiz, Müslümanları siyasî ve idarî bir teşkilâta kavuşturdu.
İşte bu sırada, yeni bir zümre daha ortaya çıktı. Kalben inanmadıkları halde Müslüman gözüken bu grup münâfiklardı.
Peygamberimizin Medine'ye teşriflerinden az önce aralarında senelerce süren dahilî çarpışma ve kavgalardan bitkin düşen Medine'nin yerli kabileleri Evs ve Hazreç, aralarında anlaşarak Abdullah bin Übey bin Selûl'ü kendilerine hükümdar yapmaya karar vermişlerdi. Hattâ, başına giydirecekleri, hükümdarlık tacını bile sipariş etmişlerdi.505
Fakat, Abdullah bin Übey'in hükümdar olma hayalleri Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine'ye teşrifleriyle suya düşmüştü. Zira, Evs ve Hazreçlilerin hemen hepsi Müslüman olmuşlardı ve îmânlarının icabı olarak Peygamber Efendimizin etrafında toplanmışlardı.
Bu durum reislik hayalleri suya düşen Abdullah bin Selûl'ün fazlasıyla ağrına gitti. Çevresinde fazla kimsenin de kalmadığını görünce, istemeye istemeye Müslüman olmuş gözüktü.506
Zahiren Müslüman olduğunu, bunda etrafının psikolojik baskısı bulunduğunu, bizzat kendisi de ifâde etmiştir. Müriysi Gazâsı esnasında Muhacirlerle Ensarı birbirine düşürmek için olanca gayreti sarfetmiş ve "Medine'ye dönersek, izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zâif olanı oradan muhakkak sürüp çıkaracaktır" diyecek kadar da ileri gitmişti. Bunun üzerine münâfıklar hakkında Münâfikûn Sûresi nazil olmuştu.
Sûrenin nazil olması üzerine Abdullah bin Übey'e, "Ey Ebû Hubab!* Senin hakkında pek şiddetli âyetler nâzil oldu. Resûlullaha (a.s.m.) git de, senin için Allah'tan af dilesin" denilince şu cevabı vermişti:"Benim îmân etmemi emrettiniz, îmân ettim. Malımın zekatını vermemi emrettiniz, verdim. Muhammed'e secde etmemden başka hiç bir şey kalmadı!"507
Abdullah bin Übey'in, reislik tasavvurunun suya düşmesinden ne kadar müteessir olduğunu ve bunu bir türlü hazmedemediğini şu hâdise de açıkça gösterir:
Birgün Peygamber Efendimiz, evinde hasta yatan Sa'd bin Ubâde Hazretlerini ziyârete gidiyordu. Yolda, Abdullah bin Übey'in evinin gölgesinde, Müslüman, müşrik Araplardan ve Yahudîlerden bir takım kimselerle oturmakta olduğunu görünce, selâm verip yanlarına oturdu. Onlara Kur'ân'dan bir parça okudu. İyi hareketinden dolayı Cennete kavuşulacağını müjdeledi. Kötü hareketinden dolayı da Cehenneme girileceğini anlatarak sakındırdı.
Peygamber Efendimiz, sözlerini bitirince Abdullah bin Übey şöyle dedi:
"Ey konuşan kişi! Eğer söylediklerinde doğru isen, onlardan daha güzel şey olmaz. Fakat, sen evinde otur! Onları, sana gelenlere anlat. Sana gelmeyenlerin, söylediklerinden hoşlanmayanların toplantılarına gelip de onları rahatsız etme!"
Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey'in bu sözlerinden dolayı son derece müteessir oldu. Kalkıp oradan ayrıldı. Yoluna devam ederek Sa'd bin Ubade Hazretlerinin evine gitti. Üzüntüsünün sebebini anlatınca, Sa'd bin Ubade Hazretleri şöyle dedi:
"Yâ Resûlallah! Sen İbni Übey'in kusurunu affet. Hem onu mâzur gör. Sana Kur'ân'ı indiren Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın iradesi sana Peygamberlik vermek suretiyle tecelli etti. Halbuki, şu beldenin halkı, İbni Übey'in başına taç giydirmeye, hükümdarlık sarığı sarmaya ve onu kendilerine hükümdar yapmaya hazırlanmıştı. Yüce Allah, size ihsan buyurduğu peygamberlikle, onların bu tasavvurunu gerçekleşemez hale getirince, İbni Übey, bundan son derece müteessir olmuş; o, gördüğün çirkin hareketi, bunun için yapmıştır!"508
Münafıkların reisliğini Abdullah bin Übey bin Selûl yapıyordu. Etrafında bir çok avanesi vardı. Bunun yanında; akrabalık ve müttefiklik gibi sebeplerden dolayı körü körüne bunlara uyan sıradan bir çok kimse de vardı.
Sayıları hakkında elbette kesin bir rakam söylemek mümkün değildir. Ancak Uhud Harbi sırasında, Abdullah bin Übey'e uyarak ayrılanların sayısı, üç yüz kadardı. Yâni bin kişilik İslâm ordusunun üçte biri kadar... Bu, elbette küçümsenecek bir rakam değildi ve Medine siyasî hayatında ağırlıkları bulunduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir Harbinden muzaffer olarak Medine'ye dönünce, İslâm dini fazlasıyla kuvvet buldu. Düşmanların gözü ise yıldı. Bunun üzerine Medine'deki Yahudîler, 1.Müslim, 5:183; Müsned, 5203.
"Tevrât'ta sıfatlarını bulduğumuz zât budur! Artık bundan sonra, ona karşı durulmaz! Hep o galip gelir!" diyerek bir kısmı îmân etti. Bazıları ise zahiren Müslüman oldu. Böylece Yahudîlerden de münâfıklar türedi. Yahudî münâfıklarının çoğu, Yahudî âlimlerindendi. Şeytanî bir zekâya sahiptiler. Diğerlerine nisbetle de daha dessas ve hilekâr idiler. Bunlar, İslâmı küçük düşürmek, Müslümanların morallerini bozmak, müşriklerin ihtidâ etmelerine mâni olmak için gayret gösteriyorlardı. Peygamber Efendimizi meşgul etmek, akıllarınca müşkül duruma düşürmek, sıkıntıya sokmak maksadıyla bir çok karışık ve dolaşık sorular sorarlardı.509
Bedevî diye adlandırılan çöl Arapları arasında da münâfıkların bulunduğunu Kur'ân-ı Kerim'den öğreniyoruz: "Medine çevresindeki bedevîler arasında münâfıklar da vardır. Medine halkından da münâfıklıkta inat edenler vardır ki, onları sen bilmezsin, ancak Biz biliriz..."510
Bütün bu münâfıkların içtimaî seviyeleri, yaşayışları farklı, hattâ ayrı ırktan olmalarına rağmen, aynı vasıfları taşıyorlardı: Birinci vasıfları: "Kalblerinde olmayanı ağızlarıyla söylemekti."511 Yâni, içten inanmadıkları halde inanmış gibi görünmeleri idi. Böyle görünerek Müslümanlar arasına sokuluyorlar, onlarla düşüp kalkıyorlar, suret-i haktan görünerek, onları şüpheye düşürecek şeyler soruyorlardı. Böylece Müslümanların birbirlerine karşı olan itimatlarını sarsmak, aralarını açmak, onları birbirine düşürmek suretiyle zaafa uğratmak gayesini güdüyorlardı.
Bütün maksat ve gayeleri; Müslümanları fesad ve tefrikaya götürecek fikirler atmak, Peygamber Efendimizi yalan dolan ve binbir türlü iftiralarla Müslümanlar nazarında küçük düşürmekti! Bu menhus emellerinin gerçekleşmesi için her türlü yola başvuruyor, herşeyi mübah sayıyorlardı. Bu uğurda tevessül etmeyecekleri adilik ve sahtekârlık yoktu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin bunlara karşı takındığı tavır ve takip ettiği siyaset ise, oldukça düşündürücü ve ibretlidir. İslâm kalesini içten sarsmak sinsî gayesine matuf faaliyetleri Peygamber Efendimize bir çok defalar intikal etmiştir. Peygamber Efendimiz derhal harekete geçip bu tür faaliyetlerde bulunanları huzuruna celbederek sorguya çekiyordu. Fakat onlar, her defasında hiç bir zararlı faaliyette bulunmadıklarını, suçsuz olduklarını söylüyorlardı. Arkasından da kelime-i şehadet getirerek mü'min ve Müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Nitekim, Abdullah bin Übey'in, "Medine'ye varırsak, en şerefli ve kuvvetli olan en zelil ve güçsüz olanı oradan sürüp çıkaracaktır" sözünü Hz. Zeyd bin Erkam Peygamber Efendimize nakledince, Efendimiz İbn-i Übey'i huzuruna çağırmış ve "Bana haber verilen sözleri sen mi söyledin?" diye sormuştu.
Abdullah bin Übey'in cevabı aynen şu olmuştu:
"Hayır! Sana kitabı indirmiş olan Allah'a yemin ederim ki ben, o sözlerin hiçbirini söylemedim. Zeyd muhakkak yalancıdır!"
Kur'ân-ı Kerim, münâfıkların bu tarz davranışlarına şu âyetiyle işaret eder:
"Münâfıklar sana geldiklerinde 'Şehâdet ederiz ki şüphesiz sen Allah'ın Resûlüsün' dediler. Allah bilir ki sen elbette Onun Resûlüsün. Münâfıkların yalancı olduklarına da Allah şâhittir."512
Onlar, suçlarını inkâr ederken, inen vahiy, bu suçları işlediklerini ve yalan söyleyerek bu suçlarını inkâr etme yoluna gittiklerini Peygamber Efendimize bildiriyordu. Buna rağmen Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara karşı sabır, müsamaha ve afla mukabele ediyordu.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Peygamber Efendimiz Abdullah bin Übey'le birlikte oturan bir kısım kimselere Kur'ân-ı Kerim'den bir parça okuyup, onlara nasihat edince, Abdullah bin Übey buna dayanamamış ve, "Sen bunları, git, sana gelenlere anlat. Bizi rahatsız etme" demişti.
Peygamber Efendimiz bu sözlerden fazlasıyla rahatsız olmuştu. Bu durumu ziyaretine gittiği Sa'd bin Ubade Hazretlerine anlatmış, Hz. Sa'd: "Yâ Resûlallah, sen onun kusurunu affet" deyince, Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) affetmişti.513
Münâfıklar zümresinin belli başlı vasıflarından biri de "Îmân edenlere rastladıklarında 'İnandık' derler. Şeytanlaşmış reisleri ve arkadaşlarıyla başbaşa kalınca da, 'Aslında biz sizinle beraberiz; onlarla sadece alay ediyoruz' derler."514 Yaptıkları bu iki yüzlülük ve ahlâksız davranışlarıyla iftihar ederlerdi.
Bu vasıflarını apaçık gösteren bir misali, bizzat reisleri olan Abdullah bin Übey göstermiştir. Bir gün avânesiyle sokağa çıkmışlardı. Ashab-ı Kiramdan bir kaç kişinin karşıdan gelmekte olduğunu görünce İbni Übey, "Bakınız ben bu gelenleri başınızdan nasıl savacağım" der. Yaklaştıkları zaman da, Hz. Ebû Bekir'in elini tutar: "Merhaba Benî Temim Efendisi, Resûlullahın mağarada arkadaşı olan, nefs ve malını Resûlullah uğrunda seve seve sarfetmiş bulunan Sıddık!" der.
Sonra Hz. Ömer'in elini tutar, "Merhaba Benî Adiyy Efendisi! Dininde kuvvetli, nefs ve malını Resûlullah uğrunda esirgememiş bulunan Hz. Faruk!" der.
Sonra Hz. Ali'nin elini tutar: "Merhaba Resûlullahın amcazâdesi, damadı, Resûlullahtan başka bütün Benî Haşim'in Efendisi" der.
Hz. Ali bu riyakârlığa dayanamayıp, "Abdullah! Allah'tan kork, münâfıklık etme! Çünkü, münâfıklar Allah'ın en şerir mahlûklarıdır" der.
Bunun üzerine İbni Übey, "Ey Ebû'l-Hasan, benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Vallahi, bizim îmânımız sizin îmânınız gibi ve bizim tasdikimiz sizin tasdikiniz gibidir" deyip ayrılır.
Sonra Abdullah bin Übey arkadâşlarına dönerek, "Gördünüz mü nasıl yaparım? İşte siz de bunları görünce benim gibi yapınız" der.515
Bir rivâyete göre, Bakara Sûresinin 14. âyeti bu hadise üzerine nazil olmuştur.516
Münâfıklar, Müslümanların ibâdetlerine ve dinî hayatlarına ait bütün hususlara zahiren iştirak ederlerdi. Fakat, el altından da entrika çevirmeye çalışırlardı. Dikkati çeken bir husustur ki, bu zümre küfrün icabı olan şeyleri göstermemeye gayret ederler ve zahirde Müslüman göründüklerinden İslâm cemaâtından tard olunmazlardı. Bu sebeple kâfir ve müşriklerden ziyade, bu dahili düşmanlara karşı İslâmın tesanüd ve umumî emniyetini muhafaza çok daha mühimdi. Çünkü, dahili düşmanın zararı daha şiddetli olur. Zira içteki düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Hariçteki düşman ise, aksine tesanüd ve salabeti artırır. Bu sebeple Kur'ân-ı Azimüşşan, münâfıklar üzerinde çokça durmuştur. Mü'min ve Müslümanların onlara karşı daima uyanık bulunmaları ve onların oyunlarına gelmemeleri hususunda bir çok ikazlar yapılmıştır.
Cenâb-ı Hakkın bildirmesiyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz onları tanıyordu ve bazı Sahabîlere de bildiriyordu. Fakat, umuma açıklamıyordu. Kabahatlarını da açıktan açığa yüzlerine vurmuyordu.
İslâmın ve Müslümanların menfaatına bu daha uygundu. Ayrıca Peygamberimizin bu tarz davranmasında göz önünde tuttuğu mühim bir husus daha vardı. O da; onların işledikleri kötülüklerden, fesad ve nifak hareketlerinden tedricen vazgeçmeleri ihtimali idi. Çünkü, bazen kötülük açığa vurulmazsa, zamanla ortadan kalkması ihtimâli vardır. Fakat, teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder. Fenalığı daha da fazla yapmasına sebep olur.517
Bütün bu sebeplerden, Peygamber Efendimiz, Kur'ân'ın bu hususta ortaya koyduğu, münâfıkların vasıflarından bahsedip, şahıslarını tayin etmeme tarzını tatbik ediyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin münâfıkları açığa vurmayıp, onlara dünyada Müslümanlar gibi muâmelede bulunup, İslâm cemaâtı haricinde tutulmasında şu hususları göz önünde bulundurmuş olduğu söylenebilir:
1) İslâm muhitinde ve İslâmî hükümler altında büyüyecek olan evlâtlarından, ciddî mü'minlerin yetişmesine imkân bırakmak.
2) Onların, kalben inanmadıkları İlâhi hükümleri zahiren yaşamak suretiyle duydukları mânevi sıkıntı ile başbaşa bırakmak ve bundan pişman olup halis mü'minler safına geçmelerini temin edebilmek.518
Münâfıklar, Peygamber Efendimizin yüce şahsiyetini mü'min ve Müslümanlar nazarında küçük düşürmek için olmadık yollara başvurmuşlar, karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme cihetine gitmişlerdir. Bu hususta bir çok hadise cereyan etmiştir.
Mirba' bin Kayziyy'in küstahlığı buna bir misâl gösterilebilir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Uhud'a ordusuyla giderken bu azılı münâfık onu bostanından geçirmek istememiş ve "Yâ Muhammed! Şayet, sen bir Peygambersen, bostanımı çiğneyip geçmek sana helâl olmaz" demiş ve sonra da yerden bir avuç toprak alarak ilâve etmişti: "Vallahi, bu toprağın, başkalarını rahatsız etmeyeceğini bilseydim, onu sana atardım!"
Azılı münâfıkın bu küstâhça hareketine sabredemeyen birkaç Müslüman onu öldürmek istedilerse de, Peygamber Efendimiz, "Bırakınız onu! O, bir kördür. Kalbi kör, kalb gözü kördür."
Peygamber Efendimizin bu müdahelesinden önce, bu azılı münafık, Said bin Zeyd'den de bir darbe yer. Münâfıkların bu çeşit faaliyetlerine verilebilecek bir misal de Tebük Harbi esnasında cereyan eder.
Bir konaklama anında Peygamber Efendimizin devesi kaybolur. Bütün aramalara rağmen bulunmaz. Münâfıklar derhal harekete geçerek, "Eğer, Muhammed gerçekten bir Peygamber olsaydı, devesinin nerede olduğunu bilirdi" derler.
Bu sözlerini duyan Efendimiz, "Evet, vallahi, ben ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi devenin nerede olduğunu bana gösterdi. Deve filanca vadide, yuları bir ağaca takılı vaziyettedir. Gidip arayın!" buyurur.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin dediği vadide ve târif ettiği şekilde deve bulunur.519
Peygamberimiz zamanındaki münâfıklar zümresinin göze çarpan belli başlı diğer muzır faaliyetlerinden biri de, en kritik anlarda, Müslümanları terk etmeleridir. Böylece onları sayıca zaif ve güçsüz durumda bırakmak, morallerine de menfi yönde tesir etmek emelini güdüyorlardı. Bunun apaçık bir örneği, Uhud Harbi esnasında İslâm ordusunu terk etmeleridir. Baş münâfık Abdullah bin Übey'in reisliğinde İslâm ordusunu terk eden bu münâfıklar üç yüz kadar idiler. Yani İslâm ordusunun üçte biri. Münâfıklar bu hareketleriyle, düşmana karşı Müslümanların sayılarını azalttıkları gibi, mücahidlerin moralleri üzerinde de tesir etmişlerdir. Bu hareketleri üzerine Müslümanlardan bazılarında harbe karşı bir gevşeme hasıl olmuştu. Hattâ, geri dönmeye bile niyetlenmişlerdi. Ancak, Resûl-i Ekrem Efendimizin dirayeti ve Cenâb-ı Hakkın da inayetinin eseri olarak bu kararlarından sonradan vazgeçmişlerdi.520
Aynı şekilde, Hendek Harbinin en kritik anında bu münafıklar, "Bize izin ver, evlerimize gidelim. Çünkü, evlerimiz müdafaasızdır" diyerek Peygamberimize müracaât etmişlerdi.
O sırada Sa'd bin Muaz Hazretleri Peygamber Efendimizin huzuruna gelerek, "Yâ Resûlallah! Bunlara izin verme! Vallahi biz ne zaman bir musibete uğrasak, sıkışık bir durumla karşı karşıya kalsak onlar, hep böyle yaparlar?" diye konuşmuştu.
Bu ifâdelerden de anlaşılacağı gibi, münafıklar en kritik anlarda Resûlullahı ve Müslümanları zor durumda bırakmak için İslâm ordusunu terk etme yoluna gitmişlerdir.
Tebük Seferinde de aynı şeyi yapmışlardır. Sefer için hazırlıklar yapıldığı sırada, onlardan bir cemaât, "Bu sıcakta sakın cihada çıkmayın" diye konuşarak Müslümanların morallerini bozmaya çalıştıkları gibi Peygamber Efendimize de müracaat ederek sefere katılmamak için izin istediler. Seksen kadarına izin verildi. Kur'ân-ı Kerim onların bu durumlarından şöyle bahseder:
"Resûlullaha karşı gelerek seferden geri kalanlar, evlerinde oturdukları için sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek ise onların hoşlarına gitmedi de, 'Bu sıcakta cihâda çıkmayın' dediler. Sen, 'Cehennem ateşi daha sıcaktır' de. Keşke anlayabilselerdi!"
Bırak biraz gülsünler; sonra çok ağlayacaklar. Bu onların kendi kazandıklarının cezâsıdır."521
Yine aynı seferde Abdullah bin Übey, münafıklar ve Yahudî müttefikleriyle birlikte İslâm ordusuna katılıp Seniyyetü'l-Veda Tepesine kadar gelip orada karargâh kurduğu halde, sonradan İslâm ordusuyla gitmekten vazgeçti ve beraberindekilerle Medine'ye döndü. Kendisine tâbi olan münâfıklar ve Yahudi müttefikleriyle döndüğü yetmiyormuş gibi, mücahidlerin de cihad aşkını aklınca gevşetmek için şöyle konuşuyordu: "Muhammed güç durumda, şiddetli sıcaklarda ve çok uzak diyarlarda Beni Asfarlarla (Bizanslılar) savaşacak! Herhalde o, Benî Asfarlarla çarpışmayı oyuncak sanıyor!
"Vallahi, onun Ashabını, bir sabah, ikişer ikişer iplere bağlanmış olarak görür gibiyim sanki!"
Bütün bu yıkıcı, Müslümanları birbirine düşürücü, onların arasına fesat tohumu atıcı, Müslümanları ve Resûl-i Ekremi küçümseyici muzır davranışlara rağmen Peygamber Efendimiz bunlara, müşrik ve Yahudilere karşı takındığı tavırdan farklı bir muamele, bir siyaset takip etmiştir. Çoğu zaman Abdullah bin Übey'i toplantılara çağırmış ve onunla istişâre etmiştir.
Onlara karşı muâmelesi hemen hemen her zaman af ve müsamaha çerçevesinde olmuştur. Ancak bu af ve müsamahalı davranışa rağmen, ihtiyatı da hiç bir zaman elden bırakmamıştır. Onlara hissettirmeyecek şekilde, hareket ve davranışlarını daima kontrol ve teftiş etme cihetine gitmiştir.
Benî Müstalık Gazasında, reisleri Abdullah bin Übey, Resûlullah ve Müslümanları kastederek hakaretvâri konuşunca, bu duruma dayanamayan Hz. Ömer, "Yâ Resûlallah! Müsaade buyur da İbni Übey'in boynunu vurayım" dediği zaman, Resûlullahın cevabı şu olmuştu:
"Hayır! Olmaz yâ Ömer! İşin iç yüzünü bilmeyen halk, 'Muhammed Ashabını öldürüyor' diye konuşmaya başladıkları zaman hal nice olur?"
Bir başka rivâyette ise, Resûlullahın şu cevabı verdiği kaydedilir:
"Öldürülmesini emredecek olursam onu öldürürler. Fakat, çok geçmeden de Yesrip (Medine) onun yüzünden pek çok sarsıntılara uğrar!"
Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi, Peygamber Efendimiz küçümsenmeyecek bir sayıda olan münâfıkların Müslümanlar arasında dahilî bir çarpışmaya meydan verebilecekleri ihtimalini her zaman göz önünde bulunduruyordu. Bunun için de, yaptıklarına sabır ve tahammül gösteriyordu.
Yine Benî Müstalık seferi esnasında İbn-i Übey'in oğlu samimi Müslüman Hz. Abdullah Resûlullahın huzuruna gelip, "Yâ Resûlallah, babamı öldüreceğini haber aldım. Eğer bu işi gerçekten yapacaksan, bırak onu ben öldüreyim" diye teklifte bulunduğu zaman da Peygamber Efendimizin (a.s.m.) cevabı şu olmuştu:
"Hayır, ona karşı yumuşak davranınız. Aramızda olduğu müddetçe de ona iyi arkadaşlık ederiz."
Gerçekten de Resûl-i Ekrem Efendimiz, ölümüne kadar bu adama son derece müsamahalı ve kadirşinas davranmıştır. Hattâ ölümü ânında bile, ona iyilik etmekten geri durmamıştır. Gömleğini kefen olarak sarılmak üzere vermiştir. Başta Hz. Ömer olmak üzere bir kısım Sahabîlerin itirazlarına rağmen cenaze namazını da bizzat kıldırmıştır. Ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hem Abdullah bin Übey'e hem de sair münafıklara karşı takip ettiği bu af, müsamaha ve iyilik yapma siyasetinin neticesini de almıştır. Peygamber Efendimizin İbni Ubey'in cenaze namazını kıldırdığını gören bine yakın münâfık, hulûs-u kalble gerçek Müslümanlar safına geçmiştir.
Peygamber Efendimiz, münâfıklar zümresini cemiyet içinde serbest bırakmakla beraber, her zaman psikolojik bir baskı altında tutmayı da asla ihmâl etmemiştir. Teşebbüs etmek istedikleri komplolar vahiy ile bildirilince, yapmak istediklerini hemen kendilerine haber veriyor, böylece her davranışlarının kontrol altında tutulduğu korkusunu veriyordu.
Bir seferinde, onlardan bir grubun aralarında toplanıp gizlice konuştuklarını gören Efendimiz, hemen yanlarına varıp, "Siz, şu şu maksatla bir araya geldiniz. Şunları söylediniz. Kalkın Allah'tan af dileyin. Ben de sizin için af diliyorum" demişti.
Bu sebeple onlar, hilelerini Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlüne bildirecek diye her zaman bir korku içinde bulunuyorlardı. Ordu içinde çıkan en ufak bir gürültüyü bile bu sebeple aleyhlerinde zannedecek kadar endişe ve korkulu yaşıyorlardı. Kur'ân-ı Kerim onların bu durumlarını da bize haber verir:
"Onları gördüğünde cüsseleri hoşuna gider. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Onlar elbise giydirilmiş kütükler gibidir. Her gürültüyü aleyhlerine sanırlar."522
Peygamber Efendimizin bu zümreye gösterdiği bir başka tavır da, onların nerede olursa olsun Müslümanlardan ayrı olarak bir araya gelmelerine mâni olmaktı. Bu da, onların müşterek bazı fikirleri geliştirmelerine imkân vermemek gayesine mâtuftu.
Mescid-i Dırar'ın yıktırılması, buna güzel bir örnektir. Onlar, bu mescidi aslında içinde ibadet etmek için değil, İslâm cemaatının aleyhinde bazı fikirlerin geliştirilmesi, bazı planların serbestçe kurulması için inşâ etmişlerdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu gayelerini bildiği için, derhal yıktırılmasını emretmişti. Emir, ânında yerine getirilmişti.
Hülâsa olarak denebilir ki: Peygamber Efendimiz, münâfıklar zümresine karşı takip ettiği müsamaha ve ihtiyat esasına dayanan siyasetinin meyvelerini aldı. Bu tarz davranışı sayesinde, onların İslâm cemaâtından koparak, müşriklerin safına iltihaklarına mani oldu. Müslümanların birliğini korudu. Onların da teşkilâtlanarak, Müslümanlara karşı başkaldırmalarını önledi.
505. Müslim, 5/182-183
506. Tabakât, 3/540
* Hubab Abdullah bin Übey'in samimî Müslüman olan oğlunun ismi idi. Peygamber Efendimiz: "Sen Abdullah'sın. Hubab şeytanın ismidir" diyerek onun ismini Abdullah diye değiştirmişti.
507. Tefsir-i Taberî, 28/116
508. Müslim, 5/183; Müsned, 5/203
509. Sîre, 3/174-175; Tabakât, 1/174; Müslim, 8/128-129; Müsned, 4/239-240
510. Tevbe Sûresi, 101
511. Âl-i İmrân Sûresi, 167; Bakara Sûresi, 8-9
512. Münâfikûn Sûresi, 1
513. Müsned, 5/203
514. Bakara Sûresi, 14
515. Hamdi Yazır, Tefsir, 1/237-238
516. A.g.e., 1/238
517. Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü'l-İcâz, s.35
518. Hamdi Yazır, Tefsir, 1/241
519. İstiâb, 1/288
520. Tefsir-i Taberî, 4/73
521. Tevbe Sûresi , 81-82
522. Münâfıkûn Sûresi, 4